Bir roman üzerine
Citation
ÖZMEN, N. (2014). Bir Roman Üzerine. Akademi Mecmuası, (169), 72–83.Abstract
Küçükken büyüklerimden-çevremden Osmanoğullarının Türk milletine yaşattığı şanlı günleri, üç kıtaya nasıl nam saldığını, bir emri ile devletleri nasıl dize getirdiğini masal dinler gibi dinledim. Evimize gelen ve dört erkek kardeş olduğumuz için önce kim okuyacak yarışına girdiğimiz Türkiye Çocuk dergisinde baş kahramanları Hızır Bey ve Yâdigâr olan çizgi romanda anlatılan âdil, dürüst, insanı seven-ona değer veren, yardımsever Osmanlı askerleri ile karşılaştım. Lisede târih öğretmenlerimden yenilikleri tâkip edemeyen, medreselerinden pozitif bilimi kovan, hacı hocaların elinde âdeta oyuncak, milletini hiç sevmeyen, her şey pâdişâhın iki dudağı arasında, hiçbir işi doğru düzgün becerememiş bir Osmanlı Devleti ile karşılaştım. Bu sebeple, çoğu zaman, acaba büyüklerimin-çevremin Osmanlısı mı yoksa öğretmenlerimin Osmanlısı mı doğru diye çok düşündüm. Hele okudukça zihnim ikiye yarıldı. Okuduklarımın bir kısmında Osmanlı Türk bile kabul edilmiyor ve iyi ki Osmanlı’dan kurtulmuşuz bâbında cümleler serdediliyordu. Diğer kısımda ise sütten çıkmış ak kaşık kadar temiz cetlerimiz anlatılıyordu. Benzer ikiliği yansıtan çok sayıda yazı okuyan sizleri daha fazla sıkmadan esas konuya geçeyim. Yakın zaman önce Türkiye sınırları dışında kalmış Osmanlı coğrafyasında, Balkanlarda dolaşma imkânı buldum. Yitirdiğim bir hazîneyi ele geçirmenin değil ama görmüş olmanın hazzını duydum. Filibe’de kendimi Safranbolu’da gibi hissettim. Sofya’da, bıraktığımız mühür gibi câmileri yaşaran gözlerle seyrettim. İşkodra’da Türkçe konuşanlarla uzun zamandır görmediğim akrabâlarımla sohbet ediyor, hasret gideriyorum havasına kapıldım. Geceleyin gezdiğim Üsküp’te, hüzünlü Türk mahallesindeki mütevâzi Türk evlerinin içkilere meze yapılması ve rûhuna azap veren müzikle sersemletilmesine üzüldüm. Kalkandelen’deki Alaca Câmii’nde Türk süsleme sanatı karşısında büyülendim, Bektâşî Tekkesi’ni görünce Anadolu’dayım zannettim. Selânik’ten Türkiye’ye dönerken yolumuzun solunda sıra sıra dizili Türk köylerinde, yamaçlarında kurulduğu dağın zirveleriyle yarışır gibi başını göğe uzatmış minâreleri Türkiye’den koparılmış birer zincir halkası olarak hayal ettim. Türkiye’ye girince bir büyüden uyanır gibi, içimi acıtan bir gerçeği hatırladım. Yakın zamanda bir roman okumuştum. O roman, Balkanlarda, Plevne’de Osmanlının hâkimiyetinin son dönemlerinde, 1829-1846 arasında, yaşananları anlatıyordu. Üstelik romanın yazarı Türk’tü. Roman, Osmanlıya dâir o kadar kötü bir imaj çiziyor, o kadar olumsuz bir manzara yansıtıyordu ki okuduğumda çok sıkılmıştım. Balkan seyâhatinden sonra bu romana dâir bir şeyler yazmalıyım hissine kapıldım. Özellikle Selânik’te karşılaştığım ve sâdece benim Türk olduğumu tahmin ederek Türkçe konuşmak arzusuyla yanıma gelen, Türkçe konuşmayı çok sevdiğini söyleyen altmış beş yaşlarındaki Vasilidis (Yozgat’tan Selânik’e göç etmiş bir Rum) ve gördüğüm diğer Balkan topraklarında konuştuğum insanların Osmanlı hatırâlarına ters şeyler söyleyen bu romanı sizlerin de bilmesini istedim.